“Evde oynamayı seviyorum çünkü bütün elektrikli aletler orada.”
Bu sözler, Richard Louv’un, “Doğadaki Son Çocuk” adlı kitabından bir çocuğa ait. Aslında bu cümle, bugün bahsedeceğim konuyu özetliyor. “Doğa Yoksunluğu Sendromu” , tıp literatüründe yer alan bir tanı değil. Louv’un, kitabında bahsettiği, doğa ile bağ kurmadan büyüyen çocuklarda gördüğü farklılıklara verdiği bir isim. Ve bu konu “bilişim çağı çocukları” nı yakından ilgilendiriyor.
İnsan ve doğa, binlerce yıl iç içe bir yaşam sürdü ve son birkaç yüzyıl içerisinde bu ilişki hızla değişti. Bu değişim, en çok yetişmekte olan nesilleri etkiledi. Giderek yaygınlaşan bazı araştırmalar, zihinsel, fiziksel ve ruhsal sağlığımız ile doğayla olan ilişkilerimiz arasında doğrudan bir bağ kuruyor. Son zamanlarda dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun artmasının tek nedeni doktorların ve ebeveynlerin bu konuya farkındalığının artması mıdır sizce?
Kendi çocukluğunuzu düşünün. Büyük çoğunluğunuz, sokakta oynamanın tadına vararak büyümüş bir nesilsiniz. Doğada keşifler yaptınız, kumdan kaleler yaptınız, sek sek oynadınız, ip atladınız, ağaçlara tırmandınız. Çiçekler topladınız, derelerde yürüdünüz, özgürce koştunuz, üstünüzü kirlettiniz ve istediğiniz kadar gürültü yaptınız... Bir de şimdiki çocukları düşünün. Şimdilerde, çıkıp sokakta oynamak, güvenli sitelerde oturan çocuklara mahsus bir ayrıcalık. Genelde saatlerce ekran karşısındalar ve sanal bir dünyada, sanal deneyimler yaşayarak büyüyorlar.
Amerikalı bir araştırmacı, yetişmekte olan çocukların yalnızca iç mekanlarda yetiştirilmesinin ötesinde, bebek arabası, mama sandalyesi ve oturaklar aracılığı ile “kutulanmış çocuklar” olarak yetiştirildiğini belirtiyor. İskoçya’da yapılan bir çalışmada, araştırmacılar, üç yaşındaki çocukların, bir gün içerisinde fiziksel olarak aktif oldukları sürenin yalnızca yirmi dakika olduğunu bulmuşlardır. İngiltere’de yapılan bir çalışmaya göre ise çocukların bir çeşit kart oyunu olan “Pokemon” karakterlerini tanımakta, yaşadıkları bölgenin doğal türlerini tanımaktan daha başarılı olduklarını ortaya çıkarmıştır. Bu iki çalışma, durumun vahametini bir kez daha ortaya koymaktadır.
Doğa bize “hissettirir”. Kuş cıvıltılarını duyar, toprağa dokunur, akan suyu izler, denizin o tuzlu kokusunu burnumuza çeker, hatta tadını alırız. Çimlerde yuvarlanır; iç kulağımızdan gelen uyaranlar (vestibüler uyaranlar) ile denge ve hareket duyumuzu uyarırız. Ağaçlara tırmanır, kaslarımız ve eklemlerimizden gelen duyular (proprioseptif uyaranlar) ile kendi bedenimizin sınırlarını hissederiz.
Günümüz çocukları, bütün bu duyular ile temas edip bu duyulara cevap vermeyi öğrenmesi gereken dönemi yoğunlukla ekran karşısında geçiriyorlar. Diğer duyu sistemlerimize giden uyarılar azalırken, görsel ve işitsel sistemlerimiz hiç olmadığı kadar uyarılıyor. 2004 yılında yapılan bir araştırmaya göre, okul öncesi çocuklarının günde kaç saat televizyon izlediği, yedi yaşına geldiklerinde dikkat eksikliği belirtileri gösterme olasılığını saat başına %10 artırıyor. Örneğin, günde 3 saat televizyona maruz kalan bir çocuğun, okul çağında, dikkat eksikliği belirtileri gösterme olasılığı %30 artıyor.
Ekran karşısında geçirilen zamanın sebep olabileceği problemler bununla sınırlı değil; çocuğun sinir sisteminin aşırı yorulması, uyku düzeninin bozulması, davranış bozuklukları, insan ilişkilerinden uzaklaşması, yeterli hareket tecrübesinin oluşmaması ve buna bağlı gelişim gerilikleri, yaratıcılığının azalması, çevreye karşı ilgisizlik, göz kontağı kurmama, yaşıtlarıyla oynamama görülebiliyor.
Peki bu durum karşısında neler yapılabilir? Modern çocuğa, “doğa yoksunluğu sendromu” ile başa çıkmasında nasıl destek olabiliriz? Bir sonraki yazımda bu konuları ele almak üzere, hoşça kalın sevgili okurlar…
Erg. R. Begüm Koca
Ergoterapist Gözüyle Çocuk