Onu 2023 yılı içinde mutlaka yazmak istedim. Niçin 2023 peki? Çünkü; birleşmiş milletler eğitim, bilim ve kültür örgütü olan UNESCO, 193 ülkenin oybirliğiyle ölümünün ellinci yılı olan 2023 yılını “Aşık Veysel yılı” olarak tüm dünyaya duyurma kararını aldı.
Tüm ulusların saygısını, sevgisini kazanan halk ozanımızla onur ve gurur duyuyoruz. Onu kıvançla, saygıyla, sevgiyle ve rahmetle anıyoruz. Onun içinde Çok değerli hocamız İbrahim Bilgenoğlu’nun yardımı ve desteği ile bu yazıyı yazdım. Aslında Aşık Veysel’in hayatı kitaplara sığmaz.
Aşık Veysel yedi yaşından sonra gözlerini kaybetmişti. Bir ozan düşünün ki, kendi karanlık dünyasından ruhları aydınlatan, yüreklere dokunan türkülerini, şiirlerini bizlere koskoca bir kültür hazinesi olarak bıraktı gitti. Gitmeden önce de, “ben giderim, adım kalır/ dostlar beni hatırlasın” diyordu
Babası Veysel’e arkadaş olsun diye bir bağlama getirir. İşte o saz, çıktığı uzun ince yolda sonuna kadar yoldaşı, sırdaşı olacaktır Veysel’in.
Babasından ve ustalarından kısa zamanda çalıp söylemeyi öğrenir. Bir taraftan da öğrendiği türküler ona sağlam bir yaşam felsefesi kazandıracaktır.
Önce çevre köylerde düğünlere çağrılır, çalar söyler. Çevre illerde de adı duyulmaya başlamıştır. Yanık sesi, görmez gözü ile ilgi ve hayranlık uyandırmaktadır.
1919 yılında Veysel 25 yaşındadır. Kendi köyünün kızlarından Esma’yla evlenir. Düğünden iki yıl sonra ise iki acıyı birden yaşayacaktır: annesiyle babasını 18 gün arayla kaybeder.
Esma’dan bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Ama on günlükken, anasının memesi ağzına tıkanıp ölür bebecik. Daha sonra bir kız çocukları olur. Karısı esma, bu kız çocuğu henüz altı aylıkken, evin dış hizmetlerini gören Hüseyin ile sözleşip evden kaçar. Çaresizdir. Terkedilmiş kızına görmez gözüyle hem ana hem baba olur. Ama üç yaşına gelmeden onu da kaybeder. Acıların dibine batmıştır Veysel. “talih çile, kader sözü bir etmiş/ her nereye gitsem gezer peşimde” diyerek yazgısına isyan etmektedir.
Bu acılarla köyde durmak istemez artık. Yakın arkadaşı İbrahim’le düşer yollara. Vardığı köylerde kasabalarda birlikte çalar, söylerler...
Bir gün, konakladığı Yalıncakbaba tekkesinde hayatının dönüm noktasını yaşar. Tekkede onu tanıyan Hamza dede, Aşık Veysel’i orada hizmet veren Gülizar’la başgöz etmek ister. Gülizar’ın babası: “yapma, etme dedem! ... Kör bir adam ne işe yarar? Öküz değil ki çifte koşasın” dese de Hamza dede diretir, sonunda bu evlilik gerçekleşir.
Veysel’le Gülizar mutlu bir yuva kurmuşlardır. Zaman içinde iki erkek, dört kız evlat, on sekiz torun sahibi olacaklardır.
Yıl,1931... Sivas’ta kendini cumhuriyete adamış, yurtsever bir edebiyat öğretmeni var. Adı, Ahmet Kutsi Tecer. Hani, orda bir köy var uzakta / o köy bizim köyümüzdür
Gezmesek de tozmasak da/ o köy bizim köyümüzdür...
Diye giden, tüm yurdu ve yurttaşı kucaklayan şiirin yazarı.
Tecer, arkadaşlarıyla birlikte halk şairlerini koruma derneği kurmuştur. Bu dernek öncülüğünde Sivas’ta halk şairleri bayramı düzenlenir.
Türkiye de ilk kez yapılan bu etkinlikte Veysel de vardır. Üç türkü söyler, çok beğeni kazanır.
Program bitiminde âşıklara beşer lira para dağıtılır. Aşık Veysel’e mağdur olduğu için on lira verirler. Paranın on lira olduğunu anlayınca itiraz eder : “olur mu efendim, bizi buraya çıkarttınız, halka tanıttınız. Bizim size para vermemiz lazımken bir de bana fazla para vermişsiniz” der. Sonun da beş lirayı zor kabul ettirirler.
Veysel’in bu onurlu duruşu Tecer’in gözünden kaçmaz. Daha sıkı dost olurlar. Bir araya geldiklerinde Tecer, Veysel’in utana sıkıla söylediği şiirleri çok beğenir. “bundan böyle kendi türkülerini söylemelisin” der. Onu yüreklendirir.
Bu etkinliğin bir sevindirici yanı da her aşığa birer “halk şairi belgesi” verilmiş olmasıdır. Veysel her zaman “Tecer, dilimizin bağını çözdü” diyecektir. Dilinin bağı çözülmüş, şiirler, türküler üretmeye başlamıştır. İşte bir örnek: Hayal gücünün zenginliğini, sevdiğini dünya gözüyle görememenin ezikliğini bakın nasıl yansıtıyor: cumhuriyetin 10. yılına gelindiğinde tam 16 dörtlükten oluşan bir cumhuriyet destanı yazar. Çok beğenilir. “bunu Ankara’ya gönderelim” derler. Veysel, “ben kendim götürürüm, Atatürk’ü de görürüm” deyip arkadaşı İbrahim’le yollara düşer. Kona göçe, kondukları yerlerde çala söyleye tam üç ayda varırlar Ankara’ya. Varırlar varmasına ama o sıralar İran şahı Türkiye’ye gelecektir.
Polis, hırpani kıyafetli bu insanların ortalıkta görünmesini istemez. Veysel sazına tel alacağını, Atatürk’e destanını okuyacağını zar zor anlatınca,
“o çok meşgul. Seninle uğraşamaz” derler. Biri akıl verir; “Hâkimiyet-i milliye gazetesine gidin. Gazete sizi cümle âleme duyurur. O zaman Atatürk’e de ulaşırsınız” araya, sora matbaayı bulurlar, anlatırlar dertlerini. Gazete müdürü Veysel’in uzun şiirini sonuna kadar dinler. Dinledikçe hayranlığı artar. “yarınki gazeteye basacağız bu destanı” der.
Destan, Veysel’in fotoğrafıyla birlikte birkaç gün üst üste basılacak, Anadolu insanının cumhuriyeti böylesine özümsemiş olması, cumhuriyet Türkiye’sinin kalbi olan Ankara’da sevinç ve gurur kaynağı olacaktır.
Âşık Veysel, tanınan, takdir edilen bir halk şairi olmuştur artık. Aynı polis Veysel’i tekrar gördüğünde gazetedeki yazıları okumuş olacak ki, hemen koşup iltifatlar yağdıracaktır...
Veysel meşhur olmuştur ama hayran olduğu Atatürk’e ulaşamadığı için buruktur içi. Çaresiz, “köye dönelim” derler, ama ceplerinde para yok! ... Belediyeden, valilikten medet umarlar, bir yardım alamazlar. Son bir ümit! ... Halkevine uğrarlar, orada çok iyi karşılanırlar.
Misafir edilmiş, üstlerine elbise diktirilmiş, adlarına bir konser düzenlenmiştir. Konserden sonra ceplerine para da girmiş, artık saygın birer sanatçı olmuşlardır.
Veysel, Anadolu insanına şefkatle kucak açan halkevlerine minnetini, yazdığı şiirlerde dile getirecektir:
Ankara’ya çarık - şalvarla gelmişlerdi, takım elbise, kundura, fötr şapkayla dönüyorlardı.
Yaya- yapıldak, kona göçe gelmişlerdi, cumhuriyetin trenine binerek dönüyorlardı. Gazetelere çıkmış, ünlenmiş, cumhuriyetin ozanı olmuşlardı.
Ahmet Kutsi Tecer’in öncülüğüyle halkevlerinde konserler vermeye başlamıştır âşık Veysel. İnsanların gönlünde izler bırakarak Anadolu’nun her yerini dolaşmaktadır.
Halkevlerinin yayın organı olan ülkü Dergisi’nde de şiirleri yayınlanmaya başlamıştır.
15 Nisan 1936, İstanbul. İstanbul radyosundadır Veysel. Radyo müdürü mesut cemil, önce onu bir sınamak ister. Veysel, seherde ağlayan bülbül / sen ağlama ben ağlayım. Diye başlayıp, mecnunum Leyla’mı gördüm / bir kerece baktı geçti. Diye devam eder. Mesut Cemil duygulanmıştır. “akşam sekizde gelin. Sizi radyoya çıkaracağım” der.
HOŞÇA KALIN, DOSTÇA KALIN, KÜLTÜRLE KALIN…
DEVAM EDECEK