Bu bölgenin kültür ve sanat havzası için çok şeyler söylenebilir…
Mimarisinden, gündelik yaşam ritüellerine kadar binlerce yıllık birikmiş, bugünlere kadar gelmiş kültürel eserler bulunuyor… Bendeniz de bu eserleri hemen her yazımda dile getirir ve kaybolan unsurlara dikkat kesilmenin işaretlerini vermeye çalışırım…
Kültürel ve sanatsal her olgu o bölgenin kimlik kılavuzudur… Kentin kimliğidir…
Daha geçen günlerde bir tiyatro eserinin sahneye konulan bir oyundan söz etmiş ve kalıcı olmasını da önermiştim…
“Aynı şehirde, aynı sahilde olmaktan gurur duyduğum kıymetli hocam Ahmet İlhan’a sevgilerimle…” diyerek, bana kıymetli öykü belgesel tadındaki Kitabını imzalamış…
Ben de şimdiden bu yazılanları Barış Aydoğdu için yazıyor olmaktan gurur ve onur duyuyorum…
Barış kardeşimiz dertli bir kardeşimiz… Hemen her olgu onun sosyal laboratuarından geçerek yazılara konu oluyor… “Çiftçilerin karşılaştığı iklimsel sorunları- dolu, sel, rüzgar…” gibi sorunları dert edinir… Küçük çiftçi ailelerin tarımdan kopmasının sosyolojik sorunlarını irdeler…
Her gittiği yörenin ve ülkenin sorunlarına kafa yorar; “sınıfsal” analizler yapar ve o yörenin sorunlarına karşı empati kurar…
Barış Aydoğdu’nun zihni biraz farklı çalışır… Derler, toparlar ve gözlemlerini yaparken de akıcı bir dil ile de bizlerin gündemine taşır…
Vefa duygusunu da, “Yumruk Sıkkını” öyküsünü “Pablo Neruda’nın şiirine ithafen yazar…
Şu dizelere dikkat kesilmeden edemedim… Paylaşmazsam olmazdı:
“Ölümün ve tasanın
Çemberinden geçmiş analar
Doğan ulu günün ortasından bakın
Bu topraktan güler ölüleriniz
Kalkık yumrukları titrer
Buğdayın üstünde
Bilesiniz…” dizeleriyle sıkmış yumruğunu…
“Şirinyer Hayal Sineması” başlıklı öyküsündeki, Spinoza karakterli cümlelere dikkat kesiliyorum:
“… Beraber baktığımızda o sonbaharı anlatan yağlıboya tablo papatya kokardı. Birlikte tuttuğumuz o kumbalığı, nergis çiçekleri dolu masanda tadından yenmezdi Nergislerin deniz koktuğunu senin nefesinden anlardım…” Bu öyküde de Sezen Aksu’nun ve daha yeni yıldızlara yolcu ettiğimiz Mario Levi isimleri geçit de duruyor…
Toplam on iki öyküyle ses vermiş sevgili Barış… Son belgesel- öykü tadındaki öyküsünün ismi: BARIŞ ADLI ÇOCUK… Kendi yaşamından da replikler vermiş… Ve Sevgi Soysal’a da ithaf etmiş… Şu yazılanlarla paralellik kuruyor ve paylaşıyorum:
“…Sen bilmesen de sana çiçekler alacağım. Şiirler, mektuplar yazacağım. Bir gün benim şehrime geldiğinde hepsini tanıyacaksın. Sen bilmesen de şehir seni tanıyacak. Yürüdüğün yollar adımlarını sayacak. Sen geçerken şehirden ışıklarını saklayan bir meyhane seni hatırlayacak. Görünce seni utanacak sana en güzel şiirleri yazan masa. Pencerelerde yaslı çiçekler ve yorgun kelimeler ardından söylenecek. Çayındaki karanfil tanıyacak seni. Çiçekçide ve tüm çiçeklerde var açık adresin…”
Evet, Barış kardeşimizin yer yer, Sabahattin Ali, Orhan Veli, Sait Faik tarzını buluyorum… Anlaşılan okuyor Barış… Yazdıklarına yıldızlar ve çiçekler düşürüyor…
Ben de Cahit Sıtkı Tarancı’nın, “BAHAR SARHOŞLUĞU” şiirinden bir bölüm ile karşılık veriyorum…
“… Giyenler düşünsün dar elbiseyi;
Ölçülü sözü hesaplı adımı
Ben kurtuldum kafeste kuş olmaktan;
Saltanat sürer gibi uçuyorum,
Erik ağacı gelin olduğu gün.”
Vesselam…