“Toprak olur taş olurum

Yolunda yoldaş olurum

İstersen gardaş olurum

Merak etme sen”

Yazımın başlığını bu dörtlükten çıkardım…

Küçümsediğimiz ve bir o kadar da ötekileştirdiğimiz bir müzik olgusunu yok saymanın derin hüznüyle bu yazıyı kaleme alıyorum…

Çünkü bu müziği yapanların tümüne karşı derin bir suçluluk da duyuyorum…

Ünsal Oskay Hocamız bu müziği yapanları çok “darağacına” almıştı… Biz de etkilendik tabii…

Oysa her yılbaşı gecesi “Kutsal Devletimiz” yok saydığı ve yayınlamasına büyük yasaklar getirdiği müzik türüne bir “torpil” koymuştu… Ve bizler, daha bıyıklarımız terlemeden yeni yıla bu tür müziği yapanların tınılarıyla girerdik…

Sonradan sonraya bir Müslüm Gürses, bir Orhan Gencebay, bir Ferdi Tayfur; sözde sosyete  tarafından keşfedilince; bizler de rahatlar gibi olduk… Hemen her popüler kültürün temsilcileri bu sanatçıların bestelediği parçalarla ünlendiler…

Bir garip yolculuğu vardı bu müzik türünün; kentleşme, taşralaşma, ezilme, emek sömürüsü, ötekileştirme ve gettolaşma süreçlerinde akıllarımıza kazındı… Ve bu kesimin ortak dili oldu… Ve, bir anlamda “sınıf” söylemini apolitik noktada işliyordu…

 Hemen herkesimi de yakalıyordu bu duygusal durak ve giderek de hayatlarımızın ortak odağı haline geliyordu…

Sağcısı ve solcusu tüm gri renkleri olanların ortak tutkusu haline geliyordu… Toplumsal açıdan da bir sosyolojik zemine de parmak basıyordu…

Ben ısrarla halkın arasında olumsuz iz bırakan o tanımlamayla adını geçirmeyeceğim bu müzik türünün…

Bu türün temsilcileri toplum nezdinde de hiç “züppeleşmedi” bu kelimeyi de kitabını yazdığım Edibe Şahin’den ödünç alarak yazıyorum… Aynı zamanda da yozlaşmadılar… Hep bir “baba” olarak kaldılar…

Bir dönemin duygusal yolculuğunda yol arkadaşı…

Şarkıları, gençlik aşklarının, hüsranlarının bizdeki iç kanamalarıydı…  Bizler onun şarkılarıyla büyüdük ve hislendik ve sevindik ve ağladık ve sevinçlerimizin ortak sesi oldu. Her bir notasında, Anadolu'nun derinliklerinden kopup gelen bir isyanın damardan girilen bir duygu bombardımanına düşüyorduk…

Ne kadar da çok şeyi “damar”dan almamızı sağladı… “Çeşme” dedi… Bir aşka kürek çektik… “Huzurum Kalmadı” dedi, hakikatten de huzur falan yoktu… “Emmioğlu, “dediğinde hep beraber bir ah çektik… “Sabahçı Kahvesi”nde yankılanan bir simidin çaya olan ihtiyacını dile getirirken de yalnızlığı aldık içimize… Bana dokunan parçaları yazsam, neredeyse bir yazı dizisine dönüşecek…

Ferdi Tayfur’u; içinde çeşmesi olan, bulutların arasından sızan güneş ışığına bırakıyorum…

Yıldızlar içinde tertemiz toprak ol…

“Toprak olur taş olurum

Yolunda yoldaş olurum

İstersen gardaş olurum

Merak etme sen”…

Vesselam…