Kitabın boynu bükük olur mu diye hiç düşünmeyin… Olur… Şimdi anlatacaklarımı can kulağıyla dinleyin lütfen…
Havaların hafiften soğumaya başladığı, ağaçların yapraklarını savurduğu, yerlerin hafiften nemlendiği, çay ocaklarının daha da iş yaptığı bir dönemde Kumluca Belediyesi’ne bir kargo gelir… Kargoyu gönderen kişi ise dünya çapında kendisini duyurmuş bir Kumlucalı… Sekreter kargo için dönemin belediye başkan yardımcısı Selahattin Kelleci’ye yönlendirir… Alır kargoyu ve içinden hayli büyük bir kitap çıkar… Kitabın ismi ise OTOBİYOGRAFİK YAŞAM ve SANATI- KAVRAMLAR VE SINIRLAR ÖTESİ’dir. Kitabın yazarı kendi biyografisini kaleme almış ve kendini anlatmış… Demiş ki, böylesi bir kimliği; doğduğum ve ilköğrenimimi gördüğüm memleketim Kumlucalı bilsin, tanısın… Sözünü ettiğimiz kişi daha geçen günlerde toprağa verdiğimiz, sonsuzluğa uğurladığımız Prof. Dr. HALİL AKDENİZ. Belediye başkanı yardımcısı koltuğunun altına alır kitabı ve dönemin belediye başkanı Mustafa Köleoğlu’na uzatır… Başkan kitabı eline alır almaz:
“Bunlar sahtekâr, üç kağıtçı, dolandırıcı… Hemen bu kitabı iade edin…” Selahattin Bey her ne kadar bu kişiyi tanıyorum Savrun köyümüzden, dese de laf geçiremez ve kitap iade edilir… Kitap tekrar Halil Bey’in eline geçer. Bunda bir terslik var galiba deyip yeğeninekargo yapar kitabı… Yeğeni Mustafa Bora’ya da der ki, “Belediyeye bir kitap gönderdim. Kitap geri geldi… Sen bizzat belediye başkanına kitabı elden ver” der… Mustafa Bey’de alır kitabı belediyenin yolunu tutar. Kendisine “belediye başkanımız yurt dışı seyahatinde” denir. Ve kendisini Selahattin Kelleci’ye yönlendirirler… Kitap ikinci kez Selahattin Bey’in eline geçer… Alır kitabı tekrar Mustafa köleoğlu’nun yanına gider ve “hani o iade ettiğimiz kitap vardı ya, o kitabı elden yeğeni Mustafa getirdi” der… Alır ve masanın üstüne koyar… Bu ne kitabıdır… Bu ısrar nedendir diye bir düşünür insan değil mi? Yazarı kimdir. Üstelik de bizim hemşerimiz… Bir acayım kitabı da göreyim ne üzerinde yazılmış… Kendisine imzalanmış bir kitap... Bu inceliğe karşı arayıp ben de bir teşekkür edeyim der değil mi? Oysa kitap, camdan olsaydı kırılırdı… Küpten olsa çatlardı… Kitap ağaçtan yapılmıştı ve için için yanıyordu… Bu kitabın başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir… Bana böyle bir olay anlatıldığında, inanın inanamadım. Olur mu, bu kadarı da olur mu? Diye düşünmeden edemedim… Sonrasında böyle bir olay oldu mu diye araştırmaya başladım… Ve bizzat yeğeni Mustafa Bora’yı ve o zamanın belediye başkan yardımcısı Selahattin Kelleci’yi arayarak olayın maalesef doğru olduğunu anladım… Böyle bir olayı yazmazsam olmaz deyip yazmaya karar verdim…
Oysa bir yanıyla ressam, bir yanıyla akademisyen, diğer bir yanıyla da diplomattı Prof. Dr. Halil Akdeniz. Dünya çapında tanınırlığı vardı ve çizgisi olan, sanat söylemi bağlamında farklı bir sanatçıydı. Modern sanata farklı imgeler katmış, uygarlığımızın sorunlarını, insanlığın bitmeyen çilesini sanatın diliyle aktarıyor ve evrensel bir bakış acısını gündeme taşıyordu…
Buradan da şimdiki belediye yönetimine de bir çağrı yapmayı uygun buluyorum… Prof. Dr. Halil Akdeniz’i yaşatmak ve özür borcunu ödemek için bir SANAT VE KÜLTÜR EVİNE ya da bir KÜTÜPHANE’ye isminin verilmesi çok uygun olacaktır… Halil hocaya karşı yapılan bu saygısızlık ancak böyle bir adım ile telafi edilir… Bu da Mesut Bey’e çok yakışır…