Sinan Çeviren arkadaşımdır… Babası da…

Prof.Dr. Halil Akdeniz’in cenaze töreninden dönüyoruz… İçim dumur dumur. Bana göre Kumluca’nın bugüne kadar ürettiği en büyük değerlerden biridir Halil Akdeniz… Soyadıyla da müsemmadır… Basın mensuplarının da takip etmediği bir tören oldu… Bir yazı yazıp Facebook’ta paylaştım… O an içinde de Sinan’ı ‘aktif’ olarak gördüm Face kervanında… Konuyu anlattım ve bir haber yapmasını talep ettim… Benden de hemen fotoğraf istedi… İşte o anda geldi Sinan’ın teklifi: “Abi bize düzenli olarak yazar mısın?” Ben de “olur tabii” dedim… Haftanın her Çarşamba günü bir köşe yazısı yazacağım… Daha doğrusu yazmaya çalışacağım…

Benim, Olympos- Adrasan sevdam tam kırk yıl öncelerine dayanıyor… Bu bölgeyi 1986- 1990’lı yıllarda tanıdım… Çok da sevdim… Bakir bir bölge olduğu kadar, aynı zamanda da tarihi bir anakaraydı… Yüzünüzü çevirin denize doğru ve açın kollarınızı. Mutlak bir Antik noktaya temas edersiniz… Olympos, Adrasavana (Adrasan), Gagai, Melanippe, Korydalla (Kumluca), Radiapolis, Arykanda hep bir havzanın antik kentleridir… Khalidon yarımadası (Gelidonya), Kromposo (Suluada), bu bölgelerin denizlere bakan yakasını oluştururken gökyüzünde de türlü türlü deniz kuşlarını görürsünüz… Göçmen kuşların göç yoludur çünkü…

İşte ben, bu tarihsel zenginliğe aşık olmuş, bakir kalmasına da şapka çıkarmıştım… Tam iki yıl ‘turist’ gibi gezdim dolaştım bu bölgeyi… O sıralar yaşadığım New York’tan sonra bana bir huzur adası gibi gelmişti… Düşünsenize; dünyanın en kalabalık yerinden dünyanan en tenha bölgesine geliyorsunuz… Sonradan sonraya yerleşme fikri oluştu… Dağ, bayır gezip fotoğraf çekiyordum. Bir inek çıktı karşıma yuları da boynundaydı. Anladım ki bu inek kaçmış… Bir iki saat ineğin etrafında gezip dolaştım… Güneş hafiften batmaya başalamıştı. İnek de yürümeye başladı. Dedim ki, nereye gidiyorsa ben de arkasından gideceğim…  Sonrasında öğreneceğim, Yazır Köyü’nün Çay Mahallesinde bir dama girdi. Arkasından da ben girdim. Arkamızdan da Meral Teyze ve Murat Amca girdi… “Bey bey biz bu inekten çok çekiyoruz. Kaçıp kaçıp gidiyor böyle… İyi ki siz getirdiniz…” dediler… Ben de “yok sizin ineğiniz beni bu ahıra getirdi”dedim… Güldük hepbirlikte… Çok güzel bir ahırdı… Hemen her bir noktasında ince bir cam pervaz vardı… Işık ineğin sağına soluna bir yıldız demeti savuruyor gibiydi… O arada da; “satsan satın alan olmaz, sağsan sütünü alan olmaz” gibi bir şey söyledi Murat Amca. Satarsanız bu ahırı bana kiraya verir misiniz? dedim… Benim dalga geçtiğimi düşündüler önce… Sonradan sonraya ciddi olduğumu anlayınca da hemen evlerine davet ettiler ve gözleme yedik ayran içtik… İki gün sonra da bu ahırı kendime yurt edindim… Efendim benim bu bölgeye gelişim işte bu inek yüzünden… Bu ahırda uyumayı öğrendim… Bir Likya Pınarında yıkadım elimi yüzümü… İki de kitap yazdım bu ahırda… Narlara destan yazacak kadar nar, limonlara efsane üretecek kadar da limonların içindeydim… Yazdığım iki kitap beni tanınır hale getirdiği gibi konferanslardan konferanslara, radyo ve televizyon programlarına da konuk olmaya başlamıştım…

Yani bu bölge beni hem uyuttu hem büyüttü hem de tanınır hale getirdi… Doyurduğu da olmuştur elbet… Şimdi bu topraklara olan borcumu ödemek istiyorum… Sevgili Sinan’ın açtığı bu kapıdan içeri gireceğim… Ben elimi uzatıyorum sizlere… Sizler de uzatırsanız bu köşe yazıları hepimizin öykülerine gerdan kırabilir…

Vesselam…