Ahmet Hamdi Tanpınar Türk edebiyatında kendisine ayrı bir yer edinmiş en seçkin yazarlarımızdandır. Günümüzde özellikle Türk dili ve edebiyatı alanında tahsil görenlerce bir Tanpınar modası vardır. Ancak Tanpınar’ı okumak da anlamak da kolay değildir. Çünkü onun hitap ettiği kitle kendisi gibi belirli bir kültür birikimine sahip kişilerdir. Bu nedenden dolayı o kendi devrinde hep okunmamaktan, anlaşılmamaktan, ihtiyacı olduğu şöhrete erişememekten şikâyetçidir. Çünkü onun eserlerini yayımladığı devrin okuyucusunun isteği farklıydı. Bugün bu durum değişmiştir. Artık Tanpınar kendisine bir okur kitlesi oluşturmayı başarmıştır. Handan İnci’nin değimi ile bu onun iyi bir yazar olduğunu gösteriyor. Çünkü iyi bir yazar önünde sonunda hak ettiği değeri bulmaktadır.
Bence Tanpınar’ın romanlarını bir kere okuyarak beklentinizin ancak yarısını karşılayabilirsiniz. Çünkü onun çok yönlülüğü romanları büyük bir kültür boşluğuna açılır. Ancak ikinci hatta üçüncü kere okuyarak bu boşluğun neden kaynaklandığını, ne anlatmak istediğini çözebiliriz. Buna şifreyi çözmek de denilebilir. Onun 4 romanı Mahur Beste(1944), Huzur (1949), Sahnenin Dışındakiler(1950) ve Aydaki Kadın(1987) birbirine bağlı bir nehir romanı niteliğindedir. Elbette bu benim tespitim değil. Benden önce birçok araştırmacı ve eleştirmen bunu dile getirdi. Burada bir kaynağın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Handan İnci’in “Orpheus’un Şarkısı Tanpınar’ın Romanlarında Aşk ve Kadın” adlı inceleme kitabı üzerinde durulmaya değer nitelikli bir kitaptır.
Tanpınar romanlarında asıl anlattığı aşktır. Ancak bunu yalnızca iki sevgilinin kavuşulamayan sevdası olarak işleyerek işi monotonlaştırmamıştır. Bu nedenle onun romanları çok cephelerden incelenmekte, üzerinde yüksek lisans ve doktora tezleri olarak hâlâ çalışılmaktadır. Tanpınar’ın romanlarında kendisini ve hayatını anlattığı söylenir. Roman kahramanlarını da çevresindeki kişiler oluşturmaktadır. Buna normalde “otobiyografik roman” denmesi gerekirdi. Ancak yazarın kurduğu olay örgüsü ve roman anlatısı romanların otobiyografik tarafını gölgede bırakmıştır.
Yazarın 61 yıllık yaşamı ise büyük bir trajedi içerisinde geçmiştir. Bunu günlük ve mektuplarından daha iyi anlıyoruz. Romanlarında bunun izleğini de görürüz. 4 romanın ana kahramanları Mümtaz, Behçet Bey, Selim ve Cemal tıpkı Tanpınar gibi istediğini elde edemeyen, platonik aşklar yaşayan, kavuşamayan, düzenle mücadele edemeyecek kadar iradesiz kişilerdir. Ancak bu yazarın romanlarında benim dikkatimi bir şey çekti ki o da 18. yüzyılda İngiliz Edebiyatında ortaya çıkan bir “santimantalist roman” akımının özelliklerini taşımasıdır. Türk edebiyatı birçok akımı Fransız edebiyatı vasıtasıyla tanımıştır. Fransız Edebiyatı İngiliz Edebiyatından aldığı bu akımı kendi dinamiklerine göre şekillendirmiştir. Bunun tezahürünü Tanpınar’ın romanlarında gördüm. Ancak bunun tam anlaşılması için üzerinde ayrıca durulması ve bu yönüyle incelenmesi gerekiyor. Çünkü santimantalizmin edebiyatımıza asıl tesir ettiği devir Servet-i Fünun devriydi.
Tanpınar henüz çocukken bile etrafına dikkatle bakan, tahlilci bir tiptir. Bu özelliğini ömrünün sonuna kadar korumuştur diyebiliriz. Belki ona fırsat verilseydi daha başarılı çalışmalar yapabilirdi. Çünkü onun hayatı bir sefalet içerisinde geçmiştir. En acısı da günlüğünde yazdığı gibi açlığını bastırmak için ağzına attığı fındıklardır. O kendi cevherinin de farkındadır. Bir gün hakikaten okunacağını bilmektedir. Tanpınar hiç evlenmemiştir. Araştırmacılara göre kendisini çirkin bulmakta, bu nedenle kendi görünüşüne hiç önem vermemektedir. Bu hissi, âşık, duygusal adamın hiç evlenememiş olması yaşadığı duygu yoğunluğunun devam ettiğini gösterir. Çünkü gece her yalnız kaldığında bu yalnızlığın acısını yaşar.
Keşke yazarlarımız böyle acılar, sefaletler tatmamış olsaydı. Bunu hemen bütün iyi yazarlarımızda görüyoruz. Onları kaybedince değerlerini anlıyoruz.
Şafak KARAKOÇ