Kumluca meydanında bulunan antik Likya lahit mezarını görünce büyülenir insan. Binlerce yılın izleri canlanır. Phaselis’i, Melanippe’yi, Rhodiapolis’i ve Gagai’yi gezerken olduğu gibi... Mimariden, binlerce yıl öncesinde bulunan estetik kaygıdan ve doğaya uyumdan etkilenir. Binlerce yıl önce yaşamış zanaatkarların ve sanatçıların ellerinden çıkan yapılara, eserlere ve ince işçiliğe hayranlık duyar. Bir büyünün içinde o anın duygusunu yaşamak insanı özgürleştirir.
Lahit mezarı izlemeyi bırakıp da yürümeye devam edince az önceki büyü bozulur, yerini hayal kırıklığına bırakır. Kaldırımlar, çirkin binalar, tabelalar ve domates ve biber heykelleri… Binlerce yıl sonra nasıl oldu da bu kadar geriye gittik; ne zaman ‘hakkını vermeyi’ bıraktık diye düşünmeden edemez.
Vasatlık sinsi bir hastalık gibi hayatın her alanına yayıldı. İnsanlar yaptığı işten gurur duymanın verdiği mutluluğu unutmuş gibiler. Başladığı işi bir an evvel bitirmek çoğumuzun derdi; işin kalitesi ve özeni ise çoğu kimsenin pek umurunda değil gibi.
Dünyadaki savaşlardan dolayı moral bozuklukları, ekonomik zorluklar ve siyasi kutuplaşmalar ve gerilimler bu durumun sebepleri olabilir mi? Kurumların ve kültürün yozlaşması, bireyselleşen toplum ve insanların mutluluğu maddiyatta aramaları da bu nedenlere eklenebilir mi? Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde piramidin yukarılarına neden çıkamıyoruz? Hep bir cevap peşindeyiz ama acaba doğru soruları sorabiliyor muyuz? Belki de buradan başlamak lazım.
Hakkını vermek yalnızca bir iş ahlakı meselesi ya da estetik arayışı değildir; ekonomik sorunlara çözüm ya da mutluluk peşinde olmak da değildir. Hakkını vermek bir varoluş meselesidir; bir kimlik ve anlam arayışıdır. Belki de meydanda bulunan lahit mezarın bize hatırlatmak istediği budur...